Wikipedia

Arama sonuçları

28 Ağustos 2017 Pazartesi

ARAP BAHARI SONRASI SURİYE’DE KAYBOLAN İNSAN HAKLARI

ARAP BAHARI SONRASI SURİYE’DE KAYBOLAN İNSAN HAKLARI
 ÖZET
 Bu makale de Suriye’de 2011 yılında başlayan ve günümüze kadar azalmadan devam eden Arap Baharı’nın ve akabinde Suriye İç Savaşının İnsan Haklarına olumsuz etkileri incelenecektir. Suriye 2011 yılında Arap Baharı gösterilerinde halkı yatıştırmak yerine şiddet kullanarak gösterileri bastırma yolunu seçmiş bu da halkın tepkisine ve olayların yayılıp büyümesine sebep olmuştur. Beşar Esed olayların büyümesini engelleyebilmek için bir takım yenilikler çıkartmış fakat yeterli olmamıştır. Gösteriler büyüyerek çatışma haline almış ve ülke iç savaşa doğru sürüklenmiştir. İç savaş büyük devletlerinde katılımıyla hız kesmeden hala devam etmektedir. Suriye devam eden iç savaş yüzünden ülkesi paramparça olmuş ve halkı mülteci olarak diğer ülkelere göç etmiştir. Bundan en çok etkilenen ülke Türkiye olmuştur.
 Anahtar Kelimeler: Arap Baharı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, IŞID, Terörizm, Göçler
 ABSTRACT
 This article will also examine the negative effects of the Arab Spring, which started in Syria in 2011 and continues as much as the day before, and then on the Human Rights of the Syrian Civil War. In 2011, the Syrian Arab demonstrations have chosen the path of repression instead of using violence to appease the public in the Spring Show which has led to the growth and spread of the incident response of the people. Bashar al-Assad has made some innovations in order to prevent the growth of events but it is not enough. The demonstrations grew into clashes and the country was dragged into civil war. The civil war continues without slowing down with the participation of the great states. Syria has been shattered by the ongoing civil war, and the people have migrated to other countries as refugees. The most affected country is Turkey.
Key words: Arab Spring, Universal Declaration of Human Rights, ISID, Terrorism, Migrations
 GİRİŞ
 İnsan hakları deyince aklımıza eşitlik ve özgürlük gibi kavramlar gelmektedir. İnsan doğuştan özgürlük ve tüm insanlar arasında ki eşitlik kavramlarını bünyesinde barındırmaktadır. Bunlar İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 1. Maddesinde yazan insanın en temel haklarıdır. Bu haklar, insanın doğuştan var olan hakları olduğu için dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez ve değişmezdir. İnsan haklarını pozitif statü hakkı, negatif statü hakkı ve aktif statü hakkı olarak üç bölüme ayırabiliriz. Negatif statü bireyin özgürlük alanını yani kişi haklarını, pozitif statü hakkı devletten bazı hizmetlerde bulunmasını istemesi yani sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlerini, aktif statü hakkı ise bireye siyasal hayata katılma ve söz sahibi olma yetkisini verir. Bu hakların sağlanması ve korunması devletin bir görevidir. Tarihe baktığımızda her dönemde insan hakları ihlallerinin olduğunu görmekteyiz. Günümüzde de insan hakları ihlalleri sıkça yapılmakta ve insanlar bu konuda mağdur olmaktadır. Suriye’de süren iç savaş neticesinde milyonlarca insan göç etmeye zorlanmış ve binlercesi Suriye topraklarında ölmüştür. En temel insan hakkı olan yaşama hakkı Suriye devleti tarafından korunamamaktadır. Kendi halkının can ve mal güvenliğini koruyamayan devletin meşruluğu düşünülemez. Suriye’de Arap baharı sonrası meydana gelen iç savaş ve daha sonrasında terör olaylarının tırmanması devletin bunlara önlem almasındaki sert müdahaleler kendi halkının haklarını hiçe saymaktadır. Olaylara karışanları en ağır şekilde cezalandırılması ve kendi halkını bombalaması Suriye’de ciddi bir insan hakları ihlali olduğunu göstermektedir. Konuyu daha iyi anlayabilmek için önce İnsan haklarının tarihsel sürecine değinilecek ve daha sonra Suriye’de Arap Bahar’ından sonra meydana gelen insan hakları ihlalleri anlatılacaktır. İNSAN HAKLARININ TARİHSEL SÜRECİ İnsan hakları ilk olarak eski Yunan devletlerinde görüldü. Yunan şehir devletlerinde vatandaşların bir araya toplanıp kanun yapma, savaş ve barışa karar vermek gibi siyasal haklara sahip olarak devlet yönetiminde söz sahibi olmalarına rağmen bireysel kişi haklarında bu kadar serbest değillerdi. Fakat bu dönemde Hellenistik evrede Stoa’cılar özgürlük kavramını kişinin iç dünyasıyla ilgili sorunudur diye tanımlamaktadırlar. Stoa düşüncesi ile insanlar birbirleriyle eşit olduğunu benimsemiş ve insanlığın bağımsızlığını ve köleliği yasaklayan ilk düşünce olarak Stoisizim ortaya çıkmıştır. Yunanlılar ve Romalılar devletin insan için, olması düşüncesini ön plana çıkararak devletin gücünün sınırlandırılamayacağını öne sürmüşlerdir. Bu durumdan devletin bekasının her şeyin üstünde olduğu kanısı çıkmaktadır. Bu dönemde insan haklarından bahsetmek doğru olmaz. Monarşilerin ve Kilisenin güçlü olduğu ortaçağda toplum; köleler, köylüler, serbest meslek sahipleri, feodal beyler, soylular ve kilise mensuplarından meydana gelmekteydi. Bu dönemin ilk çağdan farkı kilisenin ortaya çıkmasıdır. İlkçağda insanın özgürlük alanını kısıtlayan faktör Devlet iken Orta Çağda Kilisenin de bu konuda etkili olduğunu görmekteyiz. 13. Yüzyılda, İngiltere’de 1215 tarihinde “Magna Carta Libertatum” ile İngiliz halkının kişi güvenliği ve mallarının güvenliği Kral’a karşı güvence altına alınmıştır. Bu bildirge ile Kral’ın hakları azaltılmıştır. Magna Carta sözleşmesi günümüz insan hakları kaynaklarının yapı taşı niteliğindedir. Bu dönemde Avrupa’da, Kilisenin büyük etkinliği vardı. Halk fakir ve aç iken Kilise iyice zenginleşmişti. Krallar bu dönemde dine önem vermişler ve kilisenin güçlenmesine göz yummuşlardı. Rönesans ve Reform hareketleriyle beraber Avrupa Yeni Çağ’a girmiş ve Kilisenin etkisi azalmaya başlamıştır. Yine İngiltere’de Kral Charles’in Magna Carta hükümleri dışında hareket etmesiyle parlamento ile Kral arasında mücadele başlamış ve neticesinde 1628 yılında Petition Of Right adı verilen haklar bildirgesini Kral imzalamak zorunda kalmıştır. Bu bildirge ile kimsenin savunması alınmadan tutuklanmaması, öldürülmemesi, sakat bırakılmaması ve hapse mahkum edilmemesi teminat altına alınmıştır. İngiltere’de diğer bir insan hakları bildirgesi ise Latince anlamı “bedenine sahipsin” olan Habeas Corpus Yasasıdır. Anlaşma 1679 yılında imzalanmıştır. Bugün bile Habeas Corpus denildiğinde gözaltına alınan kişinin hakim karşısına çıkarılma hakkı gelmektedir. 1689 yılında imzalanan Bill of Rights (Haklar Bildirisi/ Yasası) ile parlamento güçlenmeye başlamış ve Kralın yetkileri azaltılmıştır. İngiltere’de meydana gelen bu bildirgeler Kralın etkinliğini azaltsa da tüm halklara getirdiği haklar bakımından olumlu sonuçları olmuştur. Yeniçağ döneminde temel hak ve özgürlüklerle devlet otoritesi arasındaki çatışma devlet yönetiminin insan haklarına saygı duyulması konusunda yapılmış ve Kral’dan bir takım temel hak ve özgürlükler talep edilmiştir. Kral bu hakları kabul etmemesi durumunda halkın karşı koyma hakkına sahip olduğu görüşü savunulmuştur. 1776 yılında Amerika’da Virginia Haklar Bildirisi hazırlanmıştır. Bu bildiri içerdiği maddeler gereği tüm insanlığı kapsamaktadır. Bildirinin 1.maddesinde bütün insanları doğuştan eşit, hür ve bağımsız olarak nitelemektedir. Diğer maddelerinde de yönetimin gücünü halktan alması, keyfi arama ve yakalamanın yasaklanması, adil yargılamanın olması, serbest seçim ve basın özgürlüğüne yer vermesi bakımından önemlidir. 4 Temmuz 1776 yılında bağımsızlığını ilan eden koloniler, Bağımsızlık Bildirisinde Virginia haklar Bildirisine atıfta bulunmuştur. Bu dönemde Hobbes, Locke ve Rousseau’nun ortaya koyduğu toplum sözleşmesi kuramlarında ortak olan yön halkın can ve mal güvenliğinin devlet tarafından güvence altına alınmasıdır. Bu üç düşünürün fikirleri yönetim anlayışı bakımından çelişmektedir. Thomas Hobbes’a göre toplum sözleşmesi insanlar ile güvenli ve barış içinde bir yaşam sağlamak amacıyla yapılmıştır. Hobbes Bu sözleşmeyi sağlayabilecek sınırsız yetkilerle donatılmış bir hükümdar olması gerektiğini savunmaktadır. Hobbes o dönemde güçlü bir mutlak monarşinin olmasının daha güvenli bir ortamda yaşanacağını savunmaktadır. Rousseau ise Hobbes’un kuramından farklı olarak yönetimi krala devretmektense, egemenliğin millete devredilmesinin daha düzgün bir yönetim anlayışının olduğunu savunmaktaydı. Fransız devrimine de ilham kaynağı olmuştur. John Locke ise devletin sadece halkının can ve mal güvenliğini sağlanması ve hak ve özgürlükleri korumakla sınırlı bir devlet yönetimi öngörmüştür. Bu görüş insan hakları ile ilgili gelişmeleri önemli ölçüde etkilemiştir. Üç düşünür kendi dönemlerine ait toplum sözleşmelerini açıklamaya çalışmışlar ve toplumları etkilemişlerdir. Günümüzün modern devletlerinin toplum sözleşmeleri ise anayasalarıdır. 16 ve 17. Yüzyıllarda özellikle Avrupa’da meydan gelen bilimsel ve siyasal düşüncenin gelişmesi birçok yeniliklerin artmasına Sanayi Devrimi ile beraber ekonomik faaliyetlerin yükselmesine sebep olmuştur. Sanayi Devrimi’nin koşulları insan haklarının gelişmesine yol açmıştır. Fransız ihtilali ile Yeni Çağ sona ermiş Yakın Çağ başlamıştır. Fransız İnsan ve Vatandaş hakları Bildirgesi on dokuz maddeden oluşmaktadır. Bu bildirinin amacı ayrıcalıkları kaldırılarak, eşitlikçi ve demokratik bir düzen kurmak olduğu anlaşılmaktadır. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinde de ilk madde olarak bütün insanların özgür ve eşit haklara sahip olarak dünyaya geldiğini ve o şekilde yaşadığını söylemektedir. Bütün bildirilerde tüm dünya insanlarının doğuştan gelen haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini ve devletlerin bu hakları koruması gerektiğinden bahsedilmektedir. 20. yüzyılın başlarında insan hakları ile ilgili çalışma görülmemiştir. 1945 yılında İkinci Dünya Savaşının bitmesi birçok kaybın meydana gelmesi ve insan hakları ihlallerinin önlenmesi amacıyla Uluslararası örgüt kurma gereksinimi ihtiyacı duyulmuştur. Devletlerin iç meselesi gibi gözüken konular Uluslararası platforma taşınmıştır. Birleşmiş Milletler 2. Dünya Savaşının yıkımlarının bir daha yaşanmaması ve ülkelerin bir daha sıcak çatışmaya girmelerini engellemek için 26 Haziran 1945’te 50 devlet tarafından imzalanarak Birleşmiş Milletler kurulmuştur. Şuan BM de 191 üye devlet bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni 10 Aralık 1948 yılında 48 devletin olumlu 8 devletin çekimser oyuyla kabul etmiştir. İEHB bütün insanların haklarını ve onurunu koruyan ve evrensel değerler içeren bir belgedir. 30 maddeden oluşan Bildiri’nin ön sözünde insan haklarının evrensel niteliği vurgulanmıştır. Bildirinin bu denli hızla yayılmasının sebebi 2. Dünya Savaşında meydana gelen insan hakları ihlalleridir. İkinci Dünya Savaşında milyonlarca insan ölmüş ve insanlar türlü işkencelerle maruz kalmıştır. Nazi Almanya’sı iki savaş arası dönemde Alman olmayanlara karşı soykırım faaliyetlerinde bulunmuştur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi savaş sonrasında yaşanan büyük acıların tekrardan yaşanmaması için yapılmış ve yaptırım gücü olan bir belgedir. Roma’da imzalanan AİHS on devletin onaylamasıyla 3 Eylül 1953’te yürürlüğe girmiştir. Türkiye 10 Mart 1954’te sözleşmeyi onaylayarak imzalamıştır. AİHS içerik bakımından İEHB’den daha dar bir kapsamda yazılmıştır. AİHS insan haklarının korunması amacıyla Sözleşmeyi imzalayan devletlere sözleşmede belirtilen temel hak ve özgürlükleri vatandaşlara sağlamak ve korumak hususunda bağlayıcılık yüklemiştir. ARAP BAHARI SONRASINDA SURİYE Arap baharı 2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta başlamış ve bölgedeki dengelerin değişmesine yol açmıştır. Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’ de hükümetler değişirken Ortadoğu’nun bazı ülkelerinde devlet dışı aktörler bölgenin istikrarını olumsuz etkilemiştir. Irak ve Suriye’de meydana gelen olaylar terör örgütlerinin artmasına ve IŞİD terör örgütünün uluslararası alanda tanınmasına sebep olmuştur. Suriye’nin İnsan haklarına bakış açısına baktığımızda son 40 yıldır aynı aile tarafından yönetilen ve ülkede muhalif partilere karşı yürütülen baskı ve şiddet yüzünden insan haklarının tam anlamıyla uygulandığından bahsedemeyiz. Suriye’nin Uluslararası İnsan Hakları belgelerine üye olmasına rağmen Tadmur Cezaevi ve Hama katliamlarını gerçekleştirmesi insan hakları ihlallerini göstermektedir. Muhaliflerin yanında; Müslüman Kardeşler ve Kürtler yapılan baskılara maruz kalmışlardır. Mart 2011’de başlayan ve kanlı şekilde devam eden Arap Baharının Esed’in ifade ettiği gibi dış güçler tarafından organize edilen terörist eylem olduğunu söylemek tek bir bakış açısıyla doğru olmaz. Bu tepkinin sebebinin 40 yıl süren baskı rejiminin geri dönüşü olduğundan da bahsedilmelidir. Arap Baharı esnasında yapılan gösterilere hükümet şiddet kullanarak bastırması baskı rejiminden bıkan halk bu sefer isyan etmeye akabinde de iç savaş çıkmasına sebep olmuştur. Bu dönemde yapılan gözaltına alınmalar ve tutuklamalar esnasında işkence ve kötü muamele yapılmış. İnsan hakları örgütleri bu ihlalleri kınamışlar fakat etkili olmamıştır. Uluslararası örgütler özellikle BM ve AB yaşanan bu insanlık suçu karşısında somut adımlar atmamakta ve iç savaşın uzun bir süre çözüme kavuşacağı beklenmemektedir. Mart 2011’den bu yana Suriye’de insanlık dramı yaşanmaktadır. Arap Baharı sonrası ülkede meydana gelen şiddet ve ölümler insan haklarının her geçen gün daha da kötüye gitmesine sebep olmaktadır. Suriye’de başlayan bu olaylar neticesinde yoğun şekilde insan hakları ihlalleri ve savaş suçları hala devam etmektedir. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Af Örgütü ve Suriye İnsan Hakları Gözlemevi raporlarına göre, Suriye’deki iç savaştan dolayı Arap Baharının başından günümüze kadar ölenlerin sayısı 200 bini aşmış, 6 milyon 500 bin Suriyeli evlerini boşaltarak ülke içinde mülteci durumunda yaşamak zorunda kalmış ve 4 milyon Suriyeli ise ülkelerini terk ederek komşu ülkelere mülteci olarak sığınmışlardır. Aynı zamanda Suriye’de ki iç karışıkların devam etmesi sürecinde 2.7 milyon çocuk okula gidememektedir. Ülke iç savaş yüzünden insani yardıma muhtaç bir hale gelmiştir. SONUÇ Suriye Hafız Esed zamanında olduğu gibi bugünde İnsan Haklarına değer vermeyen bir ülke olmuştur. Hafız Esed’in kurmuş olduğu baskı kültürü ve muhaliflerin üzerinde kurduğu baskıdan dolayı ülke yönetim olarak Cumhuriyet olsa da babadan oğula geçen bir monarşik yapıya dönüşmüştür. Beşar Esed ılımlı bir yapıda olmasından dolayı birçok yenilik yapmış bir kısım baskıları kaldırmış fakat Arap baharı sürecini engelleyememiştir. Gösteriler en ağır şekilde bastırılmaya çalışılmış ve ülke kaotik bir duruma sürüklenmiştir. Suriye’de her geçen gün yüzlerce insan iç savaş, kötü muamele, işkence, açlık, hastalık, vb. sebeplerle ölmektedir. Ülke harap ve bitap düşmüştür. Büyük devletlerin değişen tutumları ve uluslararası aktörlerin çeşitliliği yüzünden iç savaş uzun bir süre daha devam edeceği gözükmektedir. Kitlesel göçlerle nüfuslar değişmekte ve sayısız mülteci komşu devletlerin kapısında savaşın bitmesini beklemektedir. Savaşın uzaması ve şiddetlenmesi daha fazla mülteci gelmesine sebep olacak ve komşu devletlerin üzerine yük olarak kalacaktır. Devletlerin terör örgütlerine müdahale etme bahanesiyle destekledikleri örgütler savaşın uzayıp gitmesine devam etmektedir. Büyük devletlerin (ABD, Rusya ve Çin) bölgede amaçlarının bulunması ve izledikleri dış politikasındaki tutarsızlık yüzünden bölgedeki etkin güç olan Türkiye’nin zor durumda kalmasını sağlamaktadır. Bu bilgiler ışığında Suriye’de yaşanan olayların bazıları abartılsa da sivil yerlerin bombalanması ve kimyasal madde kullanılması hem insan hakları ihlalini hem de savaş suçunu teşkil etmektedir. Bu olay Suriye’nin kendi iç işlerinde olan problemlerden çıkıp Uluslararası bir konuma intikal etmiştir. Bu kapsamda Birleşmiş Milletler tüm devletlerin katılımıyla toplanıp İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ışığında Suriye’de yaşanan insanlık dramına müdahale etmesi gerekir. Ve neticesinde savaş suçlularının Uluslararası hukukta yargılanarak yaptıklarının cezasını çekmelidir.
 Kaynakça
AKILLIOGLU, T. (1989). AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESI VE İÇ HUKUKUMUZ'. "A1HS ve İç Hukukta Değeri" konulu Panel'. Bozbeyoğlu, E. (2015).
 MÜLTECİLER VE İNSAN HAKLARI. Ankara: Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi. Canyurt , D. (2015).
Suriye Gelişmeleri Sonrası Suriyeli Mülteciler: Türkiye'de Riskler.
Kırgızistan: AKADEMĐK BAKIS DERGĐSĐ. GEMALMAZ, M. S. (tarih yok).
Tarihselliği Bağlamında İnsan Hakları. GÖKBURUN, İ. (2007).
 TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI DÜŞÜNCESİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ ve İLKÖĞRETİM DERS KİTAPLARINA YANSIMASI. Afyon: Yüksek Lisans Tezi. Güçtürk , Y. (2014).
 İNSANLIĞIN KAYBI SURIYE’DEKI İÇ SAVAŞIN İNSAN HAKLARI BOYUTU.
Ankara: Seta. Kara , U. (2014).
İNSAN HAKLARI VE KAMU ÖZGÜRLÜKLERİ. Eskişehir: ANADOLU ÜNİVERSİTESİ Web-Ofset Tesislerinde. Milletler, B. (1948). İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi.
ÖZER, D. (2016). İNSAN HAKLARININ BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İN KURUMSAL YAPISI İÇİNDE KORUNMASI. İzmir: İşletme Fakültesi Dergisi. Semin, A. (2015).
Suriye Krizindeki İç Dinamikler: ÖSO-IŞİD-PYD Denklemi.
 İstanbul: Bilgesam. Şen , Y. (tarih yok).
 Suriye’de Arap Baharı. Ankara: Yasama Dergisi. Tangör, B. (2001).
Avrupa Birliğinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Ankara: Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi. Ünal , Ş. (1994). İnsan Haklarının Tarihi Felsefi ve Hukuki Temelleri. Ankara: Ankara Barosu Dergisi. Yeşil , F. (tarih yok). İnsancıl Hukuk Açısından Suriye İç Savaşı. Ankara: Yasama dergisi.

İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE AVRUPA’DA SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT

İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE AVRUPA’DA SOSYAL VE EKONOMİK HAYAT
 ÖZET
 Bu makalede Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcındaki dönemde Avrupa’da meydana gelen ekonomik ve sosyal hayat anlatılacaktır. Birinci Dünya Savaşının Avrupa’da meydana getirdiği güç dengeleri ve İkinci Dünya Savaşının başlama nedenleri aynı zamanda tartışılacaktır. 1. Dünya Savaşının sebep olduğu Avrupa’da meydana gelen ekonomik sıkıntılara değinilecektir. Birinci dünya savaşının mağlup devletlerinden olan Almanya Versay anlaşması ile büyük yükümlülükler altına girmiştir. Bu dönemde karışık ortamı fırsat bilen totaliter rejimler yükselişe geçmiş ve İkinci Dünya Savaşı kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu dönemde sosyalizm ve milliyetçilik gibi akımlar ön plana çıkmıştır.
 Anahtar Kelimeler: Versay Anlaşması, Nazi, Faşizm,1929 Ekonomik Bunalım, Hiperenflasyon
 ABSTRACT
 This article will explain the economic and social life that took place in Europe during the beginning of the Second World War from the end of the First World War. The power balances of the First World War in Europe and the reasons for the beginning of the Second World War will also be discussed at the same time. The economic troubles that took place in Europe, where the First World War was caused, will be explained. With the Treaty of Versailles of Germany, which is one of the defeated states of the first world war, it is under great obligations. In this period, totalitarian regimes that had the opportunity to experience the mixed environment had gone up and the Second World War became inevitable. Currents such as socialism and nationalism came to the forefront in this period.
 Key words: Versailles Treaty, Nazi, Fascism, 1929 Economic Crisis, Hyperinflation
GİRİŞ
 Siyasi tarihte iki savaş arası dönem denilince aklımıza 1. Dünya Savaşının bitiminden 2. Dünya Savaşının başlangıcı arasında kalan ve yaklaşık 20 yıllık süre gelmektedir. Tüm dünyayı etkileyen ve sonuçları ağır olan Dünya savaşları Avrupa’da birçok kayıplara yol açmıştır. Bu savaşlar neticesinde özellikle milliyetçilik sosyalizm ve liberalizm gibi akımlar ön plana çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşını kaybedenlerinden olan Almanya, Versay Barış Anlaşması ile ağır yükümlülüklerin altına sokulmuş ve savaşamayacak duruma getirilmiştir. Versay anlaşmasının ağır şartları Alman ekonomik ve sosyal hayatının çökmesine neden olmuştur. İkinci Dünya Savaşının nedenlerine baktığımızda karşımıza yine Versay Anlaşmasının ağır şartlarını ve Nazi partisi lideri olan Hitler’in Almanya’yı eski gücüne tekrar kavuşturma umudu olduğunu görürüz. İki savaş arası dönemde dikta rejimlerinin yükseldiğini ve devlet yönetiminde önemli bir yere sahip olduğunu görmekteyiz. Birinci Dünya Savaşı neticesinde milyonlarca insanın ölmesi ve Avrupa’nın harap olması büyük devletlerin bu konuda bir takım önlemler alması gerektiğini anlamıştır. Savaşın başlamadan önlenebilmesi ve barışçı yollarla çözülmesine katkı sağlanması için Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Avrupalı Devletler 1. Dünya Savaşının yaralarını sarmaya çalışırken bir yandan da ekonomik kalkınmalarını sağlamaya çalışmışlar, herhangi bir savaş durumuna karşın savunma sanayiini geliştirmeye uğraşmışlardır. Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan ve Kurtuluş Savaşı mücadelesi veren Türkiye bu dönemde denge politikası uygulayarak 2. Dünya Savaşına girmemiş ve 1. Dünya Savaşı sonrası ekonomisini düzeltmeye çalışmıştır. Türkiye bu dönemde anlaşmalara üye olmaya çalışmış ve Uluslararası platformda kendisine yer bulmaya çalışmıştır. VERSAY ANLAŞMASI VE SONRASINDA ALMANYA Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya ile Versay, Avusturya ile Sen Germen, Macaristan ile Triyannon, Bulgaristan ile Nöyyi ve Osmanlı Devleti ile Sevr barış anlaşması imzalanmıştır. Yenik devletler bu anlaşmalarla büyük yükümlülükler altına sokulmuş ve savaş edemeyecek duruma gelmişlerdir. Versay Anlaşması ile Almanlar aşağılanmış ve ekonomik olarak ağır yükümlülükler altına sokulmuştur. Bu anlaşma ile Alsas- Loren Fransa’ya Poznan ile Batı Prusya Polonya’ya, Open Molmedi ve Monşo Belçika’ya, Almanya’nın Afrika ve uzak doğuda ki sömürgeleri elinden alınmıştır. Almanlar toplamda 400 milyon mark tazminat ödemeye mahkûm edilmiştir. Birinci Dünya Savaşının bitiminde Versay Anlaşması ile büyük yükümlülükler altına giren Almanya, Fransa ile iyi ilişkiler kurmak istemiştir. Stresemann 1925 yılının Şubat ayında İtalya, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın katılımlarıyla saldırmazlık paktını Fransa’ya teklif etmesiyle görüşmeler başlamıştır. 16 Ekim 1925 de adını aldığı Locarno’da bu pakt imzalanmıştır. Locarno anlaşması Almanya’nın tekrardan Uluslararası işbirliğine katılması bakımından çok önemli bir anlaşmadır. Fransa ve Belçika bu anlaşma ile sınırlarını garanti altına almıştır. Bu anlaşma ile batı sınırları garanti altına alınırken doğu sınırları yani Çekoslavakya ve Polonya sınırları teminat altına alınmamıştır. Locarno Anlaşması Versay Anlaşmasını kuvvetlendiren değil aksine zayıflatan bir anlaşma olmuştur. Almanya bu anlaşma ile sadece batı sınırlarına teminat vermiş doğu sınırları için garanti vermemiştir. Bu dönemde diğer bir önemli anlaşma ise Almanya ve Sovyetler Birliği ile imzalanan Rapallo anlaşmasıdır. Rapallo anlaşması ile iki tarafta karşılıklı olarak diplomatik ilişkiler kurmakta ve iki devlet savaşın sonuçlarından vazgeçmeyi taahhüt etmekteydiler. Sovyetler Birliği Almanya’nın imzaladığı Lacorna anlaşmasından memnun olmamıştı. Sovyetler Birliği, Almanya’nın Batı ülkelerine yakınlaşmasını ve Milletler Cemiyetine girmesi neticesinde ilişkilerin bozulacağını düşünmekteydi. Sovyetler Birliği Almanya’yı elinden kaçırmamak için Rapallo Anlaşmasının üzerine yeni bir Anlaşma imzalanması kararlaştırıldı. Bu Anlaşmaya göre taraflardan biri saldırıya uğrarsa diğeri tarafsız olacak ve taraflardan birine mali ve ekonomik yaptırım uygulanacak olursa diğer devlet buna katılmayacaktı. Almanya Locarno Anlaşması esnasında Sovyetlere karşı uygulanacak yaptırımlara katılmayacağını bildirmiştir. Bu anlaşma neticesinde Sovyetler Birliği Almanya’nın Batı Blokuna katılıp kendisine saldırmasını önlemiş oldu. Sovyetler- Alman ilişkileri Hitlerin iktidara geçmesine kadar devam etmiş fakat bundan sonra ilişkiler bozulmuştur. Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand Fransa’ya ABD tarafından prestij sağlamak için Associated Press aracılığıyla ABD halkına savaşı kanun dışı ilan eden karşılıklı taahhütte bulunmalarını teklif etmiştir. ABD, yapılan Fransız teklifinden hoşnutsuzluk duyduğunu belirtti. Çünkü ABD Fransa’ya hiçbir şekilde saldırmamaya söz verdiği takdirde Fransa’nın karşısında ittifakta bulunmamayı da garanti ediyor ve kendisini hukuken bağlamış bulunuyordu. Diğer bir konu ise Fransa’nın teklifinin diplomatik yollarla değil de basın ile yapılmış olmasıydı. Amerika’nın tepkisi ilk önce yavaş oldu. ABD ”savaşı bir milli politika aleti olarak kullanmaktan vazgeçme” taahhüdünün iki ülke arasında değil bütün dünya ülkeleri arasında yapılacak bir anlaşmanın daha uygun olacağını ileri sürdü. İngiliz ve Fransız hükümetleri böyle geniş çapta bir taahhüdü kabullenmekte tereddüt ettiler. Fakat kamuoylarının baskısına dayanamayıp kabul etmek zorunda kaldılar. Briand-Kellogg Paktı dokuz devlet arasında (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya) imzalandı. Bu anlaşma ile devletler savaşı milli politikalarına alet etmeyeceklerini, çözüm için savaş yolunu seçmeyeceklerini, anlaşmazlıkları barışçı yollarla çözmeyi taahhüt etmekteydiler Briand-Kellogg Paktı bütün dünyaya getirdiği barış ortamı dolayısıyla iki savaş arası dönemin en önemli bir olayını teşkil etmiştir.
 İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE EKONOMİ
 Birinci Dünya Savaşı milyonlarca insanın ölmesine sebep olmuş ve Avrupa’daki sosyal ve ekonomik hayatında derinden etkilemiştir. Savaşın etkileri sadece Avrupa ile sınırlı kalmamış tüm dünyayı olumsuz etkilemiştir. Birinci Dünya Savaşı galip ülkelerinden olan İngiltere savaş öncesi dönemdeki refah düzeyine ulaşamamış ve bu dönemde İngiltere’de yüksek oranda işsizlik görülmüştür. Fransa ise savaştan harap düşmüş ülkesini imar edebilmek için büyük kamu harcamaları yapması gerekmesi ekonomik kalkınmasını engellemiştir. 1920’li yıllarda Almanya, Versay Anlaşmasının koşullarıyla zor durumda bulunan ve yüksek miktardaki savaş tazminatlarını ödemek zorunda bırakılan bir ülke konumundaydı. Ülke içinde enflasyonun artmasıyla ve işsizlik oranlarının artması ile ülke hiperenflasyon döngüsüne girmiştir. 1920’li yılların sonlarında ekonomi konusunda bir düzelme görülse de 1929-1933 arası meydana gelen ekonomik bunalım neticesinde ekonomi sıkıntılı bir sürece girmiştir. Sovyetler Birliğinin nüfusu 1914’te 171 milyonken, 1921’de 132 milyona inmiştir. Nüfusu Birinci Dünya savaşı, devrim ve iç savaş yüzünden azalmıştır. Polonya’nın Finlandiya’nın ve Baltık devletlerinin kaybedilmesi neticesinde pek çok sanayi kuruluşlarını kaybetmiştir. 1920’lerin sonlarına doğru Sovyetler Birliğinde çok ağır bir ekonomik canlanma görüldü. Lenin 1922 yılında ülkenin kendi kaynaklarını harekete geçirmek için Yeni Ekonomik Politikayı ilan etti. Bu politika ile köylülerin ve tacirlerin serbest mal satmasına izin verdi. Lenin’in 1924 yılında ölmesiyle yerine Stalin geçti. 1928 yılında ilk beş yıllık kalkınma planını uygulamaya koydu. Tarım alanında uygulamaya konan bu plan köylülerin zorunlu kolektifleştirme hareketiyle sağlandı. Köylüler hayvanlarını ve topraklarını birleştirmeye zorlandı. Rus köylüleri kolektifleştirmeye şiddetle karşı çıktılar. Bu tutumları 1930’ların başında tarım bunalımına sebep oldu. 1932’de Stalin ilk beş yıllık hedeflerine dört buçuk yılda ulaştı. Rusya’nın uyguladığı planlı ekonomi sanayide hızlı bir gelişme sağladı. Bu dönemde ABD’de halk kentlerde yaşamaya başlamış ve taksitle satış sayesinde otomobil gibi mallar geniş kitlelere ulaşmıştı. Savaş, başta ağır sanayiyi silah ve motorlu taşıt imalatını canlandırmış ve yeni üretim teknikleri ve teknolojinin kullanılması üretim hızını artırmıştı. 1920’li yıllarda Amerikan ekonomisi hızla büyüdü ve borçlanmaya dayalı bir tüketim patlaması bu dönemde yaşandı. Bu dönemde savaştan çıkan Avrupalı devletler ülkelerini imar edebilmek için ABD bankalarından borç para aldılar. 1929’da New York borsasının çökmesi ile Amerikan ekonomisinin yükselmesi sona ermiş oldu. Bu olay bütün dünyada büyük bunalım veya büyük buhran olarak anıldı. Bunalımın etkileri uzun bir süre devam etti. Kriz sanayileşmiş ülkelerde daha şiddetli görüldü. Bu dönemde çoğu ülkelerde şiddetli işsizlik sayısında artış meydana geldi. Krizin faturası Başkan Hoover yönetimine kesilmişti. 1920’lerde hüküm süren liberal ekonomi anlayışına göre devlet ekonomiye müdahale etmemeyi uygun görmüştü. 1929 krizine müdahale etmemenin faturası oldukça ağır olmuştu. Kara Perşembe olarak anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. Bunun neticesinde binlerce banka batmış ve insanların malvarlıkları yok olmuştu. Hoover yönetiminin ekonomi anlamındaki başarısızlığından sonra yerine Franklin D. Roosevelt geçti. Roosevelt 1933 yılında bir New Deal politikası başlattı. Amerikan ekonomisi tarihinde ilk kez devlet müdahalesine maruz kaldı. Savaş sonrası dönemde burjuvanın önemini yitirdiğini ve milliyetçilik hareketlerinin ön plana çıktığını görmekteyiz. Dikta rejimlerinin bu dönemde ekonomik sıkıntıları kullanarak hükümetleri ele geçirdikleri gözümüze çarpmaktadır.
 TOTALİTER REJİMLERİN YÜKSELİŞİ
 Faşizm kelime anlamı Roma’da birlikten güç doğduğunu simgeleyen bir baltaya bağlanmış sopa demetinden gelmektedir. Birinci Dünya Savaşından sonra Benito Mussoli’nin 1922’ de iktidarı kazanmasıyla faşizm İtalya’nın resmi ideolojisi haline gelmiştir. İtalya Birinci Dünya Savaşına yeni sömürgeler elde etmek için katılmış fakat umduğu sonucu bulamamıştır. İtalya savaştan galip devlet olarak çıkmasına rağmen hiçbir avantaj sağlayamamıştır. İtalya’da işsizilik artmış ve liberal ve komünizm gibi akımlar önem kazanmıştır. Benito Mussolini bu karışık ortamdan yararlanarak 29 Ekim 1922’de başbakan olmuştur. Benito Mussolini ilk işi muhalefeti ortadan kaldırmak olmuştur. Faşizmin İtalya’da egemen olması Avrupa’da diktatörlük rejimlerinin kuvvetlenmesini sağlamıştır. Mussolini İtalyan senatosunda yaptığı konuşmada şöyle demiştir: “Şunu söylemek cesaretine sahip olmamız gerekir ki, İtalya bir tek denizde ebediyen kapanıp kalamaz, bu deniz Adriyatik olsa bile. Adriyatik’ten başka Akdeniz vardır” Mussolini o dönemde güçlü olanın haklı olduğuna inanıyor ve fikirlerini kabul ettirmenin yolunun saldırgan bir tavırla olacağına inanıyordu. Mussolini dış politikadaki tutumu saldırgan bir milliyetçilik anlayışı sergilemiştir. Mussolini dış politikadaki saldırgan tutumunu her fırsatta sergilemeye devam etmiştir. Mussolini ilk olarak Yugoslavya ile Fiume sorununu halletmiştir. İtalya’nın dış politikada güç kullandığı ikinci ülke Yunanistan olmuştur. Arnavutluk- Yunanistan arasındaki sınır meselesiyle ile ilgilenmek için kurulan komisyon üyelerinin Yanya’da öldürülmesi üzerine İtalya Yunanistan’dan 50 milyon liret tazminat ve suçluların cezalandırılmasını istemiştir. Yunanistan bu koşulları gerçekleştiremeyince Korfu Adası İtalya tarafından işgal edilmiştir. Milletler Cemiyeti Yunanistan’ın özür dilemesine ve 50 milyon liret tazminat ödemeye zorlaması üzerine İtalya adayı terk etmiştir. İtalya Balkanlardan sonra gözünü Afrika’ya dikmiştir. 1896 yılında topraklarına katmaya çalıştığı Habeşistan ile (bugünkü Etiyopya) ilgilenmeye başlamıştır. Habeşistan- Somali sınırındaki çatışmaları bahane eden İtalya Ekim 1935’te Habeşistan’ın Adowa ve Adigrat şehirlerini bombalayarak Habeşistan’ı işgal etmeye başlamıştır. Milletler Cemiyeti İtalya’yı kınamaktan öteye geçememiş ve Habeşistan’ın iyi direnmesine rağmen İtalya 1936 işgal etmiştir. İtalyan Faşizminin temel özelliğine bakacak olursak lider bir diğer ifadeyle “Duçe Mussolini” önderliğinde saldırgan ve milliyetçi bir yönetim anlayışıdır. Amaçları Roma İmparatorluğunu tekrardan canlandırmaktır. Diğer bir totaliter rejim ise Almanya’da görülmüştür. Almanya’da 1. Dünya Savaşının sonunda askeri bir ayaklanma sonucunda imparatorluk yıkılarak yerine Cumhuriyet yönetimi kurulmuştur. Almanya’nın savaşı kaybetmesi ve sonucunda Versay anlaşması imzalaması Alman ekonomisini kötü yönden etkilemiştir. Weimer Cumhuriyet yönetiminin iç ve dış politikadaki başarısızlığı, ekonomik önlemler almadaki yetersizliği yüzünden işsizlik büyük oranda artmış ve 1922 yılında Alman Mark’ının değerinin düşmesi halkın yaşamını zorlaştırmıştır. 1929 ekonomik bunalımında sanayi üretiminin düşmesi ve bütçede açığın artması ve savaş tazminatlarını ödemekte zorlanması Nazi partisini güçlendirmiştir. 1932 seçimlerinde en güçlü parti olarak seçimleri kazanan partinin 1933 yılında Hitler Başbakanı oldu. Hitler’in Başbakan olmasına Sovyet Rusya hoşnut olmamıştı. Çünkü batılı devletler Hitler’e karşı yumuşak davranmaları ve Hitler’i Rusya’ya karşı saldırtmak istemeleri Rusya’yı tedirgin etmekteydi. Hitler komünist ve sosyal demokrat milletvekillerinin olmadığı mecliste 4 yıl süre ile olağanüstü yetkiler alarak diktatörlüğünü ilan etti. Bunun üzerine Devlet başkanı olan Von Hindenburg’un ölümü üzerine bu makamı da şahsında birleştirerek Führer olmuştur. Kendisini “III. Reich” anılmaya başlamıştır. Hitler başa gelince önce rakip partileri ve önderleri saf dışı bıraktı ve daha sonra silahlı kuvvetleri kurarak Almanya’yı yeniden büyük bir devlet olarak kurmaya çalıştı. 1933 yılında Alman ordusu 100.000 askerden fazla olmamak durumundaydı. Hitler 7 tümen ordusunu gizli bir şekilde 21 tümene çıkarmak için gizli bir şekilde çalıştı. Bu dönemde Hitler hava kuvvetlerini ve tank birliklerinin tekrardan oluşturulması için gizli bir şekilde çalışmalar sürdürdü. 1935 yılında zorunlu askerlik getirilerek silahlı kuvvetler 36 tümene çıkarıldı. Almanya uçak üretiminde de büyük bir atılım yaptı 1932 yılında 36 olan uçak sayısı 1936 yılında 5112 sayısına ulaşmıştır. Bu dönemde Gestapo (Alman Gizli Servisi) hiçbir özgürlük gösterisine izin vermedi. Bu servis mahkeme kararı olmadan bile tutuklama yetkisine sahipti. Parti propaganda faaliyetlerine önem vermiştir. Dr. Goebbels tarafından oldukça etkili bir şekilde kullanılan propaganda faaliyetleri Almanya’yı tekrardan büyük devletlerarasında yerini almasını sağlamıştı. Toplumun her kesimini büyük idealler peşinde hedefe yönlendiren Hitler bu çabaları sayesinde kısa zamanda başarı elde etmesine rağmen İkinci dünya savaşında mağlubiyete uğramıştır. SONUÇ İki Savaş arası 20 yıllık bir süre zarfında birçok olay meydana gelmiş ve Avrupa’nın siyasi ve ekonomik yapısında büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Birinci Dünya Savaşının başlangıcında ki etkili olan büyük devletlerin, İngiltere ve Fransa’nın bu dönemde etkili olamadıkları ve denge politikası ile statülerini korumaya çalıştıkları görülmektedir. Bu dönemde milliyetçilik akımlarının yükselişi ve rejim değişikliklerinin ülkeleri İkinci Dünya Savaşına sürüklediği bir yapı ortaya çıkmaktadır. Saldırgan milliyetçilik ön plana çıkarken liberalizmin düşüşünü görmekteyiz. Birinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra savaşın kaybedeni olan Almanya Avrupalı devletler tarafından cezalandırılmış ve ehlileştirilmeye çalışılmıştır. Uluslararası Anlaşmaların içine dahil edilmeye çalışılan Almanya ile iyi ilişkiler kurulmaya çalışılmıştır. 1929 Ekonomik Bunalımı bu dönemde ülkelerin ekonomilerini zor duruma sokan ve zayıflatan önemli bir durumdur. Bu dönemde işsizliğin artması ve üretimin azalması ülkelerin ekonomik gücünü azaltmıştır. Ekonomik Buhran ABD’de başlayıp sanayileşmiş tüm ülkeleri etkilemiştir. İki büyük savaşın bu kadar kısa süre de çıkmasının sebebi olarak ekonomik sıkıntılar, ülkelerin değişen ideolojileri ve Almanya’nın kontrol altında tutulamamasını söyleyebiliriz. Bu dönemde gelişen teknolojiler ve savaş sanayiine yapılan yatırımlar ülkelerin ekonomilerini büyüttüğü ölçüde savaşın yaklaşmasını da hızlandırmıştır. Sosyalizm, liberalizm ve milliyetçilik gibi akımlar ülkelerin siyasi yapılarını değiştirmiş ve büyük ülkeler fikirlerini diğer ülkelerde yayma gereksinimi duymuşlardır. Avrupalı devletler sosyalizme karşı bir politika izleyerek Nazi Almanya’sının güçlenmesine bile göz yummuşlardır. Birinci Dünya Savaşının akabinde kurulan Milletler Cemiyeti etkili olamamış İkinci Dünya Savaşının çıkmasını bile engelleyememiştir. Büyük devletlerin oyuncağı olan Cemiyet tarafsız kararlar alamamıştır. Yaptırım gücünün olmaması karşısında güçlü devletler tarafından dikkate alınmamıştır.
 Kaynakça
Armaoğlu, F. (2014). 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi. Timaş. Bakırtaş, İ., & Tekinşen, A. (tarih yok).
DÜNYA SAVAŞLARI VE BÜYÜK BUHRAN ARASINDAKİ ETKİLEŞİMİN EKONOMİ POLİTİĞİ. Çelikçi, A. S., & Kakışım, C. (2013).
 İTALYAN FAŞİZMİ VE TARİHSEL GELİŞİMİ. Muş: Muş Alparslan Üni̇versi̇tesi̇ Sosyal Bi̇li̇mler Dergisi. ERTAN, A., & ÖZGÜN, T. (2016).
 I. DÜNYA SAVAŞI’NIN ARDINDAN YENİDÜNYA DÜZENİNE DOĞRU: 1919 PARİS BARIŞ KONFERANSI. Ankara: Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi-2016 / I. Dünya Savaşı’nın Üzerinden…. Kennedy, P. (2001). Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşeri. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Kıran, A. (2008). Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş. KKTC: GAU J. Soc. & Appl. Sci.,. McNeill, W. H. (2002). Dünya Tarihi. Ankara: İmge Kitabevi. Mete, A. S. (tarih yok). HİTLER ALMANYASI: Propaganda’nın Gücü. İstanbul. Şahin , N. O., & Bakırtaş, İ. (2000). Dünya Savaşı Arasındaki Dönemde Dünya Ekonomik ve Siyasi Dengelerdeki Değişmeler. Kütahya: Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Yalçın, A. (tarih yok). Faşizmin Doğuşu. Liberal Düşünce Dergisi.

9 Mayıs 2017 Salı

İNSAN GÜVENLİĞİ BAĞLAMINDA SURİYE’DE MEYDANA GELEN GÖÇLER

İNSAN GÜVENLİĞİ BAĞLAMINDA SURİYE’DE MEYDANA GELEN GÖÇLER
ÖZET
            Bu makale de 2011 ve sonrasında meydana gelen Suriye içindeki karışıklıklar, terör faaliyetleri ve iç savaş yüzünden komşu ülkelere göç etmek zorunda kalan mültecilerin durumu insan güvenliği bağlamında açıklanmaya çalışılacak ve Soğuk savaş sonrasında küreselleşmenin de etkisiyle meydana gelen yeni güvenlik anlayışının göç üzerine etkileri incelenecektir.
             İnsan güvenliği kavramı soğuk savaş sonrası uluslararası ilişkilerde yeni bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. İnsan güvenliği; insanın ihtiyaçlarına göre şekillenen, insanı merkeze alan bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. Suriye’de yaşanan olaylar bu kapsamda değerlendirilecektir.
            Anahtar Sözcükler: Göç, İnsan Güvenliği, terörizm, mülteci
ABSTRACT
            In this article, the situation of the refugees who have to migrate to the neighboring countries due to the confusion in Syria, terrorist activities and the civil war which took place in 2011 and after will be tried to be explained in the context of human security and the effects of migration on the new security understanding, which is affected by globalization after the Cold War, will be examined.
            The concept of human security emerged as a new concept in post-Cold War international relations. Human security; Has emerged as a concept centered on human beings, shaped according to human needs. Events in Syria will be evaluated in this context.
            Key Words: Migration, Human Security, terrorism, refugee
           
GİRİŞ
            Güvenlik kavramı incelendiğinde, bu kavramın çokta köklü olmadığını görürüz. Soğuk Savaş sonrası dönemde askeri güvenlik kavramı önemliyken günümüzde güvenlik çeşitli kollara ayrılmıştır. Bu kapsamda uluslararası güvenlik kavramı Soğuk Savaş döneminin bitimiyle hem tehditlerin hem de güvenliğin referans nesnesinin dönüşüm geçirdiği bir sürece girmiştir.[1] Soğuk Savaş sonrasında meydana gelen olaylardan dolayı insan güvenliği kavramının çıkışı hızlanmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde küreselleşmenin de etkisiyle ortaya çıkan etkileri hızla yayılan ekonomik, sosyal, politik, ideolojik, dini ya da kültürel, çevresel bilişim ve sağlıkla ilgili sorunların uluslararası güvenlik ortamını son derece değişken ve öngörüleri zorlaştıran bir konuma getirdiği söylenebilir.[2]
            Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni güvenlik arayışları ön plana çıkmıştır. İnsan güvenliği insanı merkeze alan en önemli güvenlik çalışmalarındandır. İnsan güvenliği, hem güvenliğin referans nesnesi olarak insanı kabul ederek, hem de insana yönelik tehditleri gündeme taşıyarak, güvenlik çalışmalarında devleti temel referans nesnesi alan gerçekçi güvenlik yaklaşımına meydan okumayı temsil etmektedir.[3]
            Uluslararası terörizm yeni güvenlik anlayışı diye tabir ettiğimiz insan güvenliği karşısında ciddi bir tehdit olarak algılanmaktadır. Terörizm 11 Eylül saldırılarından sonra ilk defa uluslararası bir tehdit olarak algılanmıştır.
ULUSLARARASI TERÖRİZMİN SURİYE’YE ETKİLERİ
            Terörizmin basit bir şekilde kelime anlamına baktığımızda korkutmak olduğunu görmekteyiz. Diğer bir tanımına baktığımızda ”Siyasi hedeflerin gerçekleştirilmesi amacıyla şiddet kullanma”[4] olarak kısaca tanımlayabiliriz. Uluslararası terör örgütleri, siyasi amaçlarını baskı, şiddet ve korkuyla insanlar üzerinde çeşitli yöntemlerle dikte etmektedirler.
            Son dönemlerde Irak ve Suriye’nin içinde bulunduğu karışık durum bu bölgedeki terör gruplarının ortaya çıkmasını kolaylaştırmaktadır. Bunlardan en önemlisi uluslararası örgüt olan Irak Şam İslam Devleti’dir (IŞİD). El-Bağdadi 8 Nisan 2013’te Irak ve Şam İslam Devleti’nin kurulduğunu ilan etmiştir.[5] Örgüt bölgede birçok kanlı eylem yapmış ve hala eylemlerine devam etmektedir.
            IŞİD’in gerçekleştirdiği eylemler bölge istikrarını olumsuz etkilemiştir. Hakimiyetin de bulunan bölgelerde acımasız tavır sergileyen örgüt kendi ideolojisini benimsemeyenleri kadın çocuk demeden insanlık dışı muamelelere maruz bırakmaktadır.[6] Örgüt Suriye topraklarında etkin bir faaliyet alanı bulmakta ele geçirdiği toprakları yağmalayıp örgüte finans sağlamaktadır. IŞİD, dünyanın en iyi finanse edilen terör örgütüdür.[7]
            2011 yılında başlayan ve hükümet güçleri IŞİD, PYD, ve değişik muhalif gruplar arasında çatışmalar neticesinde Suriye sorunu sadece Suriye’yi değil tüm ülkeleri etkilemektedir.[8] Şüphesiz ki bu sorun en fazla Türkiye’yi olumsuz olarak etkilemektedir. Bu yaşanan gelişmeler Türkiye’yi hem ekonomik hem de güvenlik olarak olumsuz etkilemektedir.
            Komşularımız olan Suriye ve Irak’ ta bulunan terör örgütleri kaçak yollarla ülkemize girip farklı yöntemlerle (özellikle canlı bomba türü) büyük şehirlerde eylem yapmaktadırlar. Halkımız terör eylemlerinden korkar hale gelmiş ne zaman bir bomba patlayacağı korkusuyla tedirgin bir şekilde yaşamaktadır.
            Suriye’nin bölünmesi konusunda terör örgütlerinin çok büyük bir payı vardır. Terör örgütleri kanlı eylemleri ile halkı yıldırarak kitlesel göç hareketlerine sebep olmaktadır.
SURİYE’Lİ MÜLTECİLER PROBLEMİ
            Göçü, insan topluluklarının çeşitli sebeplerle hayatının bir kısmını veya tamamını geçirmek için yaptıkları yer değiştirme hareketi olarak tanımlayabiliriz. Göçleri coğrafi olarak iç göç ve dış/ uluslararası göç şeklinde iki kategoriye ayırmak mümkündür. Bununla birlikte zorunlu ve gönüllü olması; geçiş sırasında bir resmi belgenin kullanılması veya ekonomik temelli olup olmamasına bağlı olarak sınıflandırılabilir.[9]
            Adından da anlaşılacağı üzere ülke içinde göç etmeye iç göç, ülkeler arası göç etmeye ise dış göç denir. Kişilerin kendi iradeleri dışında devlet otoritesi ile veya farklı nedenlerle gönüllü olmadan yaşadıkları yerleri terk etmeleri durumu, zorunlu göç olarak ifade edilmektedir.[10]
            Mülteci ise sığınma başvurusu incelenmiş ulaştığı ülkede; ırkı, dili, dini, tabiiyeti, belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle ülkesinde zulme uğramış veya uğrayacağına dair haklı korkusu olduğu kanaatini oluşturan ve böylece kendisine sığınma sağlanacak kişiyi ifade etmektedir.[11]
            İç karışıklar, terör ve iç savaşın yıkıcı etkisiyle Suriye’li mülteciler  komşu ülkelere sığınmışlardır. Türkiye’nin uyguladığı “açık kapı politikası” ile Türkiye’ye sığınan Suriyeli sayısı 2 milyona yaklaşmış ve Kasım 2014 itibariyle 5 milyar dolar harcanmıştır.[12]
            Türkiye’nin diğer bir önemli sorunu da sınır köylerinde yapılan kaçakçılık faaliyetidir. Kaçakçılar sınırdaki mülteci problemini fırsat bilerek karışıklıktan yararlanmışlardır. Her türlü kaçakçılığa müsait olan Suriye sınırı kadın ticaretine de imkân sağlamaktadır. Savaştan kaçan Suriye’li kadınlar her türlü vaatle kandırılarak şiddet ve cinsel istismara maruz kalmaktadır.
            Aynı zamanda birçok terör örgütü elemanı mülteci kılığında Türkiye’ye girmiş ve bunlar tespit edilememiştir. Yaptıkları bombalı eylemlerde bunların mülteci kılığında girip sınırda kayıtları oldukları tespit edilmiştir.
            Ülkemize göç eden mülteciler yaşam koşulları bakımından sıkıntılar yaşamakta ve bazı haksızlıklara maruz kalmaktadırlar. Bunlar güvencesiz çalışma, daha düşük ücret, ücretlerin bir kısmının/ tamamının ödenmemesi ve gereksiz işten çıkarmadır. Bu kapsamda iş güvenliği ve gelir eşitsizliği bakımında hem bölgede yaşayan vatandaşlar hem de göç edenler için ciddi bir  sorun oluşturmaktadır.[13]
            Savaş şartlarından kaçan Suriye’li mülteciler her türlü hastalığı ülkemize getirmekte ve sağlık kapsamında hastanelerimizden faydalanmaktadırlar. Ülkemizdeki hastanelerimiz Suriyeli mülteci hastalarla dolup taşmaktadır. Her geçen gün artan Suriye’li mültecilerin sağlık masrafları özümsenmeyecek seviyeye ulaşmaktadır.
            Bu bağlamda Suriye’deki çatışmalar; Filistinli mülteciler meselesinden sonra, dünyadaki en büyük mülteci krizinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.[14] Suriye’deki olayların devam edeceğini ve uzun süre de bitmeyeceğini göz önüne alırsak mültecilerin kendi ülkelerine dönmesinin uzayacağı düşünülmektedir.
İNSAN GÜVENLİĞİNİN SURİYE’DEKİ OLAYLARA ETKİSİ
            İnsan güvenliği kavramı Suriye’de yaşanan sorunlara ve olası çözümlere devlet odaklı değil, insan odaklı bir bakış açısı kazandırabilir. Nitekim Suriye’de yaşanan krizin çözümünde burada yaşayan siyasi, fiziksel ve psikolojik korunmasının sağlanmasında önemli bir yer kaplamaktadır.[15]
            Suriye devleti kendi halkının güvenliğini sağlamaktan aciz bir konuma gelmesi, bölünmüş bir Suriye topraklarında insan güvenliğinden bahsetmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Suriye hükümeti, BM[16] ve batılı güçlü ülkelerin terör örgütlerine yaptıkları saldırılarda bir sürü sivil vatandaş ölmektedir.
            Suriye topraklarında faaliyet gösteren bir sürü terör örgütleri sivil yaşamı olumsuz etkilemekte ve insanlar can güvenliği için başka ülkelere zorunlu olarak göç etmektedirler.
            Bu bağlamda Suriye topraklarında yaşananlar insan güvenliğinin hiçe sayıldığının açık bir ifadesidir.
SONUÇ
            Komşumuz olan Suriye’de yaşanan insanlık dramı gerek mültecilerle gerekse de terör örgütleriyle bizi olumsuz etkilemektedir. 3 parçaya bölünen ve devlet otoritesini kaybeden Suriye, sınırlarımızda her türlü kaçakçılığa ve terör olaylarına zemin hazırlamaktadır.
            Uluslararası terör örgütleri ve iç savaş Suriye’de insan güvenliğini tehdit etmekte ve kitlesel göçlere sebep olmaktadır. Evini barkını terk edip savaştan kaçan Suriyeliler komşu ülkelerde kötü yaşam koşulları içinde yaşamaya çalışmaktadırlar.
            Savaşta her şeylerini kaybeden mülteciler ne umutlarla gittikleri yerlerde umduklarını bulamamakta, kendilerini insan tacirlerinin ellerine bırakmaktadır. Her türlü kötü muameleye maruz kalmaktadırlar.
            Türkiye bu göçlerle gelen 2 milyon civarında insana bakmakta ciddi zorluklar yaşamaktadır. Komşumuz olan Suriye ‘de böyle bir karışıklığın olması en çok bizi olumsuz etkilemiştir.
            KAYNAKÇA
Aksu, M., & Turhan, F. (2012). Yeni Tehditler, Güvenliğin Genişleme Boyutları ve İnsani Güvenlik. Alanya: Uluslararası Alanya İşletme Fakültesi Dergisi.
Bilgin, P. (2010). Güvenlik Çalışmalarında Yeni açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları. Ankara: Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi.
Demirel, C. A. (2014). İnsan Güvenliği Bağlamında Suriye'den Türkiye'ye 2010 Sonrası Göçler. Antalya: Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu.
Erdoğan, İ. (2013). Küreselleşme Olgusu Bağlamında Yeni Güvenlik Algısı. Ankara: Akademik Bakış.
Erdoğan, Ş., & Deligöz, E. (2015). Irak Şam İslam Devleti (IŞİD): Gücü ve Geleceği. Ankara: Savunma Bilimleri Dergisi.
Gök, G. O. (2015). İnsan Güvenliği ve Suriyeli Sığınmacılar. Ortadoğu Analiz.
Kanat, S., Kodaman , T., & İren, A. A. (2016). İnsani Güvenlik ve Terörizmle Mücadele. Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Birimler Fakültesi Dergisi.
Kap, D. (2014). Suriyeli Mülteciler: Türkiye'nin Müstakbel Vatandaşları. Akademik Perspektif.
Kınık, K. (tarih yok). Göç, Sürgün ve İltica. Hayat sağlık.
Ovalı, Ş. (2006). Ütopya İle Pratik Arasında: Uluslararası İlişkilerde İnsan Güvenliği Kavramsallaştırılması. Uluslararaası İlişkiler Akademik Dergi.
Yeşil, F. (tarih yok). İnsancıl Hukuk Açısından Suriye İç Savaşı. Yasama Dergisi.



[1] Ovalı, A. Şevket, “Ütopya İle Pratik Arasında: Uluslararası İlişkilerde İnsan Güvenliği Kavramsallaştırması”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 3, Sayı10 (Yaz 2006), s. 4
[2] Erdoğan İbrahim, “Küreselleşme Olgusu Bağlamında Yeni Güvenlik Algısı” Gazi Akademik Bakış cilt 6 Sayı12 yaz 2013 s.266
[3] Ovalı, A. Şevket, “Ütopya İle Pratik Arasında: Uluslararası İlişkilerde İnsan Güvenliği Kavramsallaştırması”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 3, Sayı10 (Yaz 2006), s. 6
[4] Erdoğan İbrahim, “Küreselleşme Olgusu Bağlamında Yeni Güvenlik Algısı” Gazi Akademik Bakış cilt 6 Sayı12 yaz 2013 s.278
[5] Erdoğan Şemsettin, Deligöz Ergün “Irak Şam İslam Devleti (IŞİD): Gücü  ve Geleceği” Savunma Bilimleri Dergisi Mayıs 2015 cilt 14 sayı1 s.6
[6] Erdoğan Şemsettin, Deligöz Ergün “Irak Şam İslam Devleti (IŞİD): Gücü  ve Geleceği” Savunma Bilimleri Dergisi Mayıs 2015 cilt 14 sayı1 s.7
[7] Erdoğan Şemsettin, Deligöz Ergün “Irak Şam İslam Devleti (IŞİD): Gücü  ve Geleceği” Savunma Bilimleri Dergisi Mayıs 2015 cilt 14 sayı1 s.7
[8] Devran Yusuf, Özcan Ömer Faruk “Söylemlerin Dilinden Suriye Sorunu” Marmara İletişim Dergisi Yıl 2016 Sayı25 s.36
[9] Demirel Cansu Akbaş “İnsan Güvenliği Bağlamında Suriye’den Türkiye’ye 2010 Sonrası Göçler”  Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu 2014 Bildiri Kitabı s.30
[10] Demirel Cansu Akbaş “İnsan Güvenliği Bağlamında Suriye’den Türkiye’ye 2010 Sonrası Göçler”  Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu 2014 Bildiri Kitabı s.30
[11] Demirel Cansu Akbaş “İnsan Güvenliği Bağlamında Suriye’den Türkiye’ye 2010 Sonrası Göçler”  Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu 2014 Bildiri Kitabı s.30
[12] Kap Derya “Suriyeli Mülteciler: Türkiyenin Müstakbel Vatandaşları” Akademik Perspektif Aralık 2014 s.30
[13] Demirel Cansu Akbaş “İnsan Güvenliği Bağlamında Suriye’den Türkiye’ye 2010 Sonrası Göçler”  Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu 2014 Bildiri Kitabı s.35
[14] Demirel Cansu Akbaş “İnsan Güvenliği Bağlamında Suriye’den Türkiye’ye 2010 Sonrası Göçler”  Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu 2014 Bildiri Kitabı s.38
[15] Gök Gonca Oğuz “İnsan Güvenliği ve Suriyeli Sığınmacılar” Ortadoğu Analiz Kasım- Aralık2015 Cilt:7 Sayı:71 s.16
[16] Yeşil Feyzullah “İnsancıl Hukuk Açısından Suriye İç Savaşı” Yasama dergisi 27 s.110

Liberalizm ve Realizm Teorilerinin Tanımlanması ve Günümüzde Pratik Edilmesi

Liberalizm ve Realizm Teorilerinin Tanımlanması ve Günümüzde Pratik Edilmesi
ÖZET
            Bu makalede uluslararası ilişkiler teorisine önemli katkılar yapan Realizm ve Liberalizm ayrıştıkları ve uzlaştıkları konularda karşılaştırılmalı olarak analiz yapılacaktır. Bu karşılaştırma yapılırken teorinin fikir babalarına da yer verilecektir. Makalede analiz edilecek teorilerin gelişimine, çevresel faktörlerin katkı sağladığına vurgu yapılacak ve günümüzden örnekler vererek Liberal ve Realist teorinin kullanılabilirliği denenecektir.
Anahtar Kelimeler:  liberalizm, realizm, demokrasi, anarşi, güç, ulusal çıkar, devlet


ABSTRACT
            In this article, the differences of the main stream theories of International Relations (IR), Liberalism and Realism will be analyzed. While analyzing these two grand theories of IR discipline, the names of the founding father of Liberalism and Realism will be take place in this article. The importance of external factors on the progress of the theories will be emphasized and benefiting from the current development of world politics, the definitive power of Liberalism and Realism will be tested. 
            Key words: liberalism, realism, democracy, anarchy, power, national interest, state


GİRİŞ
             Liberalizm ve Realizm Uluslararası İlişkiler disiplinleri arasından adından söz ettiren kuramsal yaklaşımlardır. Bu iki teorinin dünya siyasetinde yaşanan olayları analiz edilmesinde akademisyenlere verdiği katkı tartışılmaz derecede önemlidir. Aynı zamanda, hem Liberalizm hem Realizm, Uluslararası İlişkiler biliminin gelişimine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Olaylara karşı bizlere farklı pencereler sunan bu iki teori, kendi içinde insan doğasından, çevreye kadar farklı yaklaşımları içinde bulundurur.  Bu farklılıklara rağmen Liberalizm ve Realizm zaman geçtikçe kendi içinde yarışarak gücüne güç katmıştır. Kendi içlerinde farklı akımlar yaratan bu teoriler, uluslararası ilişkiler biliminin içeriğinin zenginleşmesine de katkıda bulunur. Her ne kadar dünya siyaset tarihinde yaşanan bir olay yeni gibi gözükse de, geçmişe dönülüp bakıldığında tarihten bir parça elbette bulunacaktır. Tarihi gelişmeler ile yakından ilgilenen bu iki teori aynı zamanda günümüz dünyasında yaşanan olayları anlamamızda da biz uluslararası ilişkiler öğrencilerine katkıda bulunacaktır. 
Liberalizm
            Liberalizm kendi içinde insanı odağa alan ve insan doğasına olumlu yaklaşan bir teoridir. Liberalizm insanın özünde iyi niyetli olduğunu savunur ve devletlerarası ilişkileri tıpkı insan ilişkileri temeline benzetir. İnsan ilişkilerinde iletişim ve güven duygusunun önemini unutmayarak; bu bağlamda liberal teori devletlerin kendi aralarında işbirliğine yatkın olduğunu düşünür ve çevrede yaşanan sınamalara karşı işbirliği ile ayakta kalmayı devletlere önerir. Günümüzdeki NATO, Avrupa Birliği (AB), gibi devletlerarası organizasyonlar Liberal teorinin ilham verdiği yapılanmalar olarak örnek gösterilebilir. Bu organizasyonların bugünkü durumunu makalenin ilerleyen bölümlerinde değinilecektir.
Yukarıda bahsedildiği üzere Liberalizm bireye odaklanır ve kişinin mutluluğuna önem verir. Bu bağlamda günümüzde özgürlüğün öncülü olarak adlandırılan demokrasi liberal teorinin üzerinde durduğu en önemli konulardan bir tanesidir. Liberallere göre bir ülkenin iç siyasetindeki özgürlük derecesi, bahsi geçen ülkenin diğer ülkeler ile olan ilişkilerini etkiler. Liberallerin, sulh kaygısını göz ardı etmediği ve güçlü ilişkilerin kaynağı olarak gördüğü demokrasi ilkesi, liberal teorinin gelişiminde önemli rol oynar. Örneğin ; “democracies do not fight each other /“demokrasiler birbirleri ile savaşmaz” ilkesi liberal teorinin önemli bir sloganıdır. Bu slogana göre demokratik ülkeler birbirleri ile savaşmaz ve işbirliği içinde birlikte hareket ederler.  Yukarıda bahsedilen NATO ve AB gibi çok uluslu yapılar temsil ettikleri coğrafya da savaş olasılığını düşünmek ve devletlerarası paylaşım kanallarını açarak bulundukları bölgelere sulh, vatandaşlarına özgürlük getirmeyi amaçlamışlardır. Örneğin, NATO’nun “Üye devletin savaş halinde olması diğer üyeleri de savaşa sokar” diyen 5.maddesi liberal teori ye birer örnektir. Öte yandan günümüzde Amerikan film endüstrisinin kıtalararası sunduğu uzaylı filmlerinde ya da dünyanın sonunu “doomsday”  anlattığı filmlerde halkın ortak bir düşmana karşı birlikte hareket etmesi ve ardından ortak düşmana karşı kolektif bir şekilde alınan bir zaferin yansıtılması yukarıda bahsedilen birlikte hareket etme ilkesine verilebilecek en güncel örneklerdendir.
Devletin toplumdaki işlevi üzerine bir görüş bildirilecek ise John Locke’tan kesinlikle faydalanılmalıdır. Devlet otoritesinin olmadığı yerde doğa kanunları –state of nature- olduğunu ve bu ortamda insanın daha vahşi davrandığını savunanlara karşı duran Locke, devlet kurumunun olmadığı yerlerde insanların otoriteye muhtaç olmadığını ve vahşi olmanın aksine saldırgan davranmıyorlardı. [1] Locke’un devlet mekanizmasına duyulan ihtiyacı mülkiyet üzerinden açıklayarak, devlet öncesi toplumlarda mülkiyet nedeniyle çıkabilecek tartışmalarda bireylerin keyfi veya sert cezalar vermesi yerine, bireylerin hakkını savunan ve adaletli objektif bir mekanizmanın gerekliliğin altını çizerek devletin varlığına işaret eder. Hobbes’un canavarı andıran devlet gücü yerine Locke sınırlı bir şekilde müdahale yetkisi bulunan bir otoriteyi savunmuştur.[2] Devlet toplum ilişkisi üzerine 2. Dünya savaşından sonra ortaya çıkan Pozitif Liberal teori farklı bir varsayımda bulunmuştur. Pozitif liberal teoriye göre devletler toplumun bazı kesimlerinin çıkarlarını, uyguladıkları devlet politikasına yansıtmaktadırlar ancak bu çıkar temsiliyeti her ülkede farklı düzeydedir.[3] Bu farklılaşmanın nedeni olarak toplumsal aktörler ile devlet arasındaki aracı kurumların yapısı gösterilir.
Platondan faydalanacağımız bu paragrafta, Platon nasıl insan çeşitleri varsa, devletin de farklı düzenleri olduğunu savunur. Çünkü düzen ve onun yasaları bir devleti oluşturan insanların karakterlerinden türerler ve dönerek insanı biçimlendirirler.[4]
Günümüzde “demokrasiler birbirleri ile savaşmaz” sloganına hassasiyet edinen birçok ülke ve organizasyon mevcuttur. Örneğin, Soğuk Savaş döneminden hareketle, NATO’nun kurulması, iki kutuptan liberalizmin temsilcisi olan Amerika’nın dış politikada sıklıkla “demokrasi” kaygısının altını çizmesi bu duruma uygun örnekler arasındadır. Özneyi ülkeleri alırsak, İsrail’in Türkiye Maslahatgüzarı Amira Oron’un The Diplomatic Observer Dergisi’ne verdiği mülakatta “Türkiye ve İsrail Ortadoğu’daki iki demokratik ülke[5]” açıklaması, ikili ilişkiler içerisinde olan ülkeler için, çevredeki kaos ortamı ve merkezi devlet otoritesini kaybetmeğe yatkın failed state” ülkelerin mevcudiyetine rağmen demokratik ülkelerin birlikte hareket ederek bu tehditlere karşı ayakta birlikte durabileceğinin altına çizen önemli bir açıklama olarak kaydedilebilir. Son olarak liberal demokrasiyi benimsemiş örgütlerin, insan hakları ihlallerinin yaşandığı devletlere hem askeri hem ekonomik yaptırımlarda bulunması, liberal teori-demokrasi ilişkisini pekiştirmeye yardımcı bir örnek olacaktır.
Yukarıda bahsedilen demokrasinin bir ülkeyi savaştan uzaklaştıracağı düşüncesine destek olarak Cumhuriyetçi Liberalizm ’den faydalanabiliriz. Örneğin “Demokratik Barışın Üç Sütunu” –Three Pillars of Democratic Peace- makalesinin yazarı Micahel W. Doyle, serbest ve adaletli seçimlerin olması gerektiğini söylemiş ve toplanma, ifade özgürlüğü gibi bireyin doğuştan gelen haklarının anayasal garantiler altına alınması ve serbest piyasa ekonomisinin dokunulmazlığını da demokrasi tanımı içerisine yerleştirmiştir. [6] Doyle, araştırmaları sonucu 1800 yılından itibaren yaptığı tanıma uyan devletlerin birbirleriyle hiç savaşmadığını tespit etmiştir[7].
Liberal teoriye getirilen eleştirilerin başında bu pencerenin tarih boyunca devlet ile devlet dışı aktörlerin birbirleri ile olan ilişkisini tartışır fakat bu ilişkinin ortaya çıkış ve dönüşümü üzerine bir şey söylemediği gelir. Aynı eleştiri liberal filozofların ortaya koyduğu değerler ve kavramların “normatif olma özelliklerini kaybettiğini ve istatistiki analizlerin konusu haline geldiğini iddia eder.[8] Keohane’e göre Liberal teorinin açıklama gücü sınırlıdır ve onun ayırt edici özelliği ahlaki değerler üzerine kurgulanmış normatif bir bakış açısına sahip olmasıdır.[9].
Realizm
Realist teorinin tanımlamasında Prens eserinin yazarı Machiavelli ve Laviathan’ın yazarı Thomas Hobbes’tan ve Hans Morgenthau’dan faydalanılması artık bir gereklilik halini almıştır. Çünkü bu iki filozofu Realist teorinin önemli figürleri kılan özellikleri insanın doğası gereği kötülüğe yatkın olduğuna dair duydukları inançlarıdır. İnsan doğasına yönelik getirilen bu negatif yorumlar Realizmi karanlık bir dünyaya açılan pencere kılabilir ancak realistlerin birincil amacı çevredeki anarşizme karşı devletin bekası için alınan önlemlerdir. Devlet sınırlarının dışında bahsi geçen ülke kendi çıkarlarını düşünerek hareket eder. Paragrafın giriş kısmında bahsedilen iki önemli figürün sözlerinden faydalanacak olursak; “ İnsan insanın kurdudur” Hobbes ve “Amaca giden her yol mubahtır” Machiavelli sözleri insanın doğası gereği kötülüğe yatkın olduğunu anlatabilir. Bu hususta bir lider ya da bu sözleri özümsemiş bir lider devletin hem iç hem de dışarıya olan tutumunda sert ve etik olmayan bir yol izleyebilir. İnsan doğasına olumsuz yaklaşımda bulunan bir diğer isim ise Hans Morgenthau’dur. Morgenthau’y[10]a göre insan doğası gereği fenadır ve Âdemoğlu gücün peşindedir. Bu gücün keyfini çıkarmanın yollarını arar. Aynı zamanda Morgenthau’ya göre siyaset bir güç mücadelesidir ve güç tutkusu insanları birbirleriyle anlaşmazlığa düşürür. [11] Son bir örnek vermek gerekirse, Realist teoriyi adeta eleştiriye kapatan Carr’ın şu görüşü bizlere insan doğasına realistlerin bakış açısını anlamamıza önemli bir katkı sağlayacaktır. Carr; Devletin ortaya çıkışı ile insan doğasındaki şiddet eğilimi arasında bir bağlantı vardır fikrini ortaya atar[12]. Carr’ın devlete değinerek vardığı noktayı yeni bir kapının anahtarı olarak kullanarak, Realistlerin devlet konusundaki hassasiyetine değinmekte fayda var. Oppenheimer’a göre devlet örgütlenmesinin temelinde, tahrip gücü yüksek yarı göçebe kabilelerin, savaşma gücü düşük ve tarımla ilgilenen toplulukların yaşadığı toprakları işgal ederek, itaat ile onlardan kazanç sağlama arzusu vardır.[13]
Realist teoride devletler bir olayın incelenmesinde alınan temel aktörlerdir. Çünkü bu realist bakış açısına göre yalnızca devletler bir sorunun çözümündeki yetkili merciidir ve hem iç hem dış çatışma ortamlarında, sulhun sağlanması için devletlerin güç kullanması meşru bir haktır. Bu durumda realist teoride güvenlik hassasiyetinin yüksek olduğu gözlemlenmemektedir.
Realist teori devlet dışı aktörleri, Sivil Toplum Kuruluşlarını (STK) ikinci plana atarak, devletlerin dominant güç olduğunu savunur. Bu hususta Kenneth Waltz ve Robert Gliplin diğer aktörlerin davranışları devletlerin kararları ve gücü ile sınırlandırılmıştır. Aynı zamanda hükümet bir devleti bütünüyle temsil eder ve bu temsil eden sesin kesilmemesi ulusun hayatta kalması için çok önemlidir.
Realizme göre devlet rasyonel aktörlerdir ve amaçları doğrultusunda hareket eder. Bu hususta devletler kendi çıkarlarının hassasiyetini unutmadan politika belirler. Bu amaçların belirlenmesinde devletler çıkarlarını tanımlarken gücünü hesaba kadar. Realistlere göre uluslararası sistemde her devlet aynı davranışı sergiler.  Bu açıdan bakıldığında realistlere göre uluslararası sistemde devletler güç mücadelesi içindedir. Bu düşüncenin bir yansıması olarak uluslararası sistemde bir güç dengesinin var olması gerektiğine inanırlar. Örneğin; 18.yüzyılda uluslararası sistemin ana aktörleri, Britanya İmparatorluğu, Fransa, Rusya ve Prusya’dır. Bu örneğe ek olarak, Napolyon Fransa’sı, Avrupa’nın güç dengesini adeta yok etmiştir, gücünü güç katmak için yayılmacı bir politika izlemiştir. Realistler için güç devletlerarası ilişkiler en temel faktördür.
Bu güç hususunda, Realistler askeri, güvenlik ve stratejik konuları “high politics” yüksek politika olarak adlandırılırken, ekonomik ve sosyal meseleler “low politics” düşük politika olarak adlandırılır. Realistlerin beynelmilel ilişkilerdeki güç hiyerarşisinin varlığının olması vurgusu, devletleri güçlü kılmasındaki iç faktörlerin önemini belirler. Örneğin yüksek askeri yatırımların kendisini daha caydırıcı kılacağını düşünen bir devlet, demokratik bir toplum ve vatandaşlarının refahının yüksek olmasını ülkenin vitrinine koymayı arka planına atabilir.
Askeri güce önemini vurgulayan Realistler, uluslararası ilişkiler atmosferinin bir savaş durumunda olduğunu iddia eder.
Realist teorinin öncüsü olarak sayılan Yunan Tarihçi Thuscydides’e göre (MÖ 471-400) geçmiş, geleceğin rehberidir. Atinalılar ve Spartalılar arasındaki savaşı inceleyen Yunan tarihçiye göre Peloponez Savaşı (MÖ 431-404) korkunun güçle birleşmesine önemli bir örnektir. Thucydides eserine, savaşın asıl sebebi olarak  “Atina’nın gücündeki büyüme ve bunun Sparta’da uyandırdığı korku olduğunu söyleyerek başlar”.[14] Sparta, Helen dünyasındaki saygınlığını kaybetmekten korkmuştu.  Bu örnekten hareketle, devletler bekasını sürdürebilmek için askeri yöntemleri tercih edebilir. Bu duruma güncel örneği makalenin ilerleyen bölümünde verilecektir.
Realist teorinin geçmişine bakıldığında gelişim göstermiştir. Bu gelişim süreci içerisinde Realist teori sırasıyla; Klasik Realizm, Yapısal/Neo Realizm ve Neoklasik Realizm adlarıyla üç farklı akım olarak karşımıza çıkmıştır.  Klasik Realizm insanın doğasını ele alırken, Yapısal Realizm beynelmilel ilişkilerin özüne odaklanır. Neoklasık Realizm ise devletin yapısını inceler[15].  Klasik Realizmin temsilcilerinden Clausewitz, savaşın siyasetin dışında müstakil bir alan olmadığını savunur ve savaşın siyasetin bir parçası olduğunu ifade eder. Bu düşüncesini şu sözle ifade eder “Siyaset savaşın içinde teşekkül ettiği rahimdir”[16]

Liberalizm ve Realizm Arasındaki Farklılıklar
            Yukarıda bahsedildiği üzere bu iki teorinin insanın doğasına, güce ve devletlerarası ortama bakış açısı farklıdır. Bu iki teorinin ihtilafa düştüğü durumların başında iyi ve kötü çatışması vardır. Liberaller insan doğasını iyi olarak ele alırken, Realistler insan doğasını gücün peşinden giden ve bu güç uğruna “kötü” olanı enstrüman olarak kullanabileceğini doğal bir eylem olarak ele alır. Bu konudaki farklılığı “güç” üzerine odaklanarak bir analojide anlatacak olursak; mahallede top oynamak için toplanan bir grupta topa sahip olan kişi oyunun kurallarını koyar ve kimin oyuna dahil olup olmayacağına karar verir. Bu örnekte topu elinde bulunduran kişi gücü elinde bulundurmuş olur. Ancak aynı kalitede topa sahip olan başka biri oyuna dahi olursa ortada gücün paylaşılması söz konusu olur ve kimlerin oyuna dahil olup olmayacağı yeniden belirlenir. Soğuk savaş dönemindeki nükleer rekabet, iki kutuplu dünyadaki güç dağılımına uygun bir örnek olarak sunulabilir.
Liberal teoride güç paylaşımdan, özgürlükten ve devlet müdahalesinin kısıtlı olduğu bir dizgeden gelirken, Realist bakış açısı aksine askeri gücün, stratejik hamlelerin gücü arttıracağına inanır. Bu hususta bazı devletler kendilerini pazarlarken, askeri imajını, disiplinli ordu görünümünü vitrinine koyarken, başka devletler güçlü sivil toplum örgütlerini, yüksek refah içinde yaşayan halkını vitrinine yerleştirir. Realistler birliğin içeride anarşinin dışarıda olduğu görüşünü benimsemişlerdir.  Bu farklı bakış açıları bizlere şunu gösteriyor ki; realistlere göre devletin mutluluğu halkı yönlendirirken, liberallere göre halkın mutluluğu devleti yönlendirir. Bu örneklerden hareketle Liberaller, devletin birleştirici güç olduğunu iddia eden Realistlerin aksine, devlet dışı aktörlerin bir devletin işleyişinde önemli bir fonksiyonu olduğunu savunur[17]. Realistler aynı zamanda uluslararası sistemin anarşik yapısını dönüştürmenin imkansız olduğunu savunur ve liberal filozofların önerdiği uluslararası ticaret ve demokratik hükümetler ve devletlerarası örgütlenmelerin küresel barışa zemin hazırlayacağı fikrine katılmazlar[18].
İşbirliği konusunda ise Liberaller insanın doğasının iyi olduğundan yola çıkarak işbirliğini bir kazanç olarak görürler. Liberallerin aksine realistler “self-help”  başkasına muhtaç olmama durumunu benimsemişlerdir.[19] Self-help bir ortamdadevletlerin en baştaki amacı hayatta kalmalarıdır, bu yüzden rasyonel birer aktör olarak güvenliği maksimize etmeye çalışırlar[20].  Bu konuda daha saldırgan bir tavır takınan John Mearsheimer, mevcut durumun yani statükonun ülkeleri tatmin etmediğini ve bütün devletlerin, diğer devletlerin sırtından geçinmek istediğine vurgular. Bu nedenle devletlerin her zaman güç arayışında olduğunu söyler ve uluslararası sistemde en ideal pozisyonun küresel egemen güç olmak olduğunun altını çizer.[21] 
Makalenin Liberal Teori bölümünde, bu bakış açısına getirilen eleştirilerden bahsedilmişti. Liberal teorinin uluslararası ilişkilerde vakaların açıklanmasında kısıtlı kaldığını savunan bu görüş, bir adım ileri giderek; liberal düşünce geçmiş tecrübelerden ve günlük hayat pratiğinin gerçeklerinden kopuk olmakla itham edilir.[22] Realist pencereden çıkan bu eleştiriler, liberaller gerçek dünyayı iyi analiz edemediğine ve gerçek dünyanın analizinde Realist teorinin işe yaradığına katı bir şekilde inanırlar.

Liberal Teori ve Realist Teori’nin Günümüzde Uygulanması
Makalenin bu bölümünde, yazının konusunu oluşturan iki teorinin günümüzdeki olayların incelenmesinde kullanılacaktır. Birinci örnek son zamanlarda pro-aktif bir dış politika izleyen Rusya’yı ele alarak verilecektir. Rusya özellikle son bir senedir Suriye iç savaşında (2011-günümüz) aktif bir rol oynamaktadır. Dünya siyasetinde etkisinin kaybolduğuna ve eski SSCB’nin aksine farklı coğrafyalarda yaşanan olaylara pasif bir tutum içerisinde iddia edilen Rusya, Kırım’ın ilhakı ile başlayarak dünya siyasetinde tekrar adım atmış, yeni pro-aktif Ortadoğu politikası ile coğrafi bir kazanç sağlamıştır. Kaosun sona ermediği Ortadoğu’nun paylaşılamayan pastalarından olan Suriye’de askeri operasyonlar başlatan Rusya, kendi çıkarları doğrultusunda ve devam eden kaosun bitmeyeceğini hesaba katarak, askeri güç kullanımına gitmiştir. Rusya bu hamlesiyle, Amerika’nın Ortadoğu tekerine çomak sokmak ve Ortadoğu oyunundaki güç dengesini oluşturup, oyunu kuran bir ülke olma emeli taşımakta olduğunu bizlere göstermektedir.
Rusya’nın bu agresif tutumuna karşı pasif bir tutum sergilediği izlenimi veren başta Amerika olmak üzere batı dünyası, askeri gücünü Rusya’ya karşı kullanmak yerine Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımların arttırılacağının açıklamaktadır.
Liberal teorinin günümüzdeki pratiğine günümüzün mevcut piyasa rejimi olan “serbest piyasa ekonomisinden” anlayabiliriz. Ancak makalenin bütünlüğünün korunması amacıyla, Liberal teorinin günümüzdeki işleyişini demokrasiyi odağa alarak tartışabiliriz. Günümüzde demokrasinin en iyi dizge –rejim- olduğu inancı hâkimdir. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi liberal teorinin izlerini taşıyan bu tarz organizasyonlar demokrasi vurgusunu sıklıkla yineler bu konudaki hassasiyetlerini dünya uluslarına deklare ederler. Özellikle kargaşanın ve insanı dramların yaşandığı en güncel adreslerden biri olan Ortadoğu’daki yaşanan olumsuzlukların nedeni olarak demokrasi eksikliğinden bahsedilir ve bu görüş kimi akademik çevreler tarafından kabul görmektedir. Liberal bakış açısına sahip akademisyenler bölgede yaşanan anarşinin – devlet otoritesinin noksanlığı- panzehrinin demokrasi olduğunu savunurlar. Ancak günümüzdeki demokratik ülkelere baktığımızda hiçbir problemin olmadığına inanmak biraz naif bir tutum takınmak olacaktır. Peki, günümüzde demokrasi dizgesinin en ideal düzen olduğuna inanmak ne kadar gerçekçi? Hafızalarda taze bir örnek olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül saldırılarının ardından 2001 Afganistan ve 2003 Irak işgallerine baktığımızda, terörle mücadele ve ülkelere demokrasinin getirileceği vaatleri dünyaya duyurulmuştu. Ancak gerçekleşen askeri müdahalelerin yaklaşık 15 sene ardına yani günümüze baktığımızda bu ülkelerin terörden ve anarşiden belini doğrultamadığını görüyoruz. Liberallerin en iyi düzen demokrasidir düşüncesinin sekteye uğradığı bu coğrafya aynı zamanda neo-liberal teorinin de kullanılmasına bir fırsat doğurmuştur. Askeri gücü ikinci plana atan klasik liberallerin aksine, neo-liberaller dışardaki anarşiyi kabul ederek, askeri gücün ya da sert gücün kullanımını gerekli görmüştür. Ama vaat edilen bu demokrasi henüz Ortadoğu halklarına bir mutluluk getirmemiştir.
Suriye örneğinden devam edecek olursak, son derece pragmatik – çıkarını düşünen- bir dış politika izleyen Rusya, Suriye’de otoriter rejimin varlığının sürdürülmesine pekte problem etmediği izlenimi yapılmaktadır. Gerçek bir realist pozisyonunu alan Rusya, Akdeniz’e yakın bir bölge ulusal çıkarlarını düşünerek askeri-stratejik bir karar alarak, Lazikiye’de askeri üs kurmuştur. Vladimir Putin’in Rusya’sının bu üs hamlesinin altını çizmekte fayda var. Çünkü, anarşinin son bulması için askeri güce başvurulmuş, anti-demokratik bir liderlik geçmişi bulunan Beşar Esad’ın Devlet Başkanlığı koltuğunda kalınmasına itiraz edilmemiştir.
Liberal teorinin üzerinde sıklıkla durduğu, devlet dışı organizasyonların, ya da devletlerarası organizasyonlar uluslararası ilişkiler ve sulh ortamına olan katkısını günümüzde geçerliliğini görmekte zorlanmaktayız. Özellikle Birleşmiş Milletlerin karar alınmasında 5 daimi üyenin ( Amerika, Rusya, Çin, Fransa, Almanya..) oynadığı önemli rol, Realistleri haklı çıkarırcasına devletlerin beynelmilel sistemde belirgin aktör olduğunu göstermektedir.  Bu durum aynı zamanda uluslararası örgütlerin faaliyetlerinin sınırı egemen devletlerin isteği ile sınırlıdır fikrini doğrular niteliktedir.[23]
Liberal teorinin açıklamakta zorluk çektiği başka bir husus ise demokrasiden uzaklaşan bir ülkenin, anti-demokratik ülkelerle kurduğu yakın ilişkilerdir. Bunun nedenini açıklamakta zorluk çeken Liberal teori, ulusların hayatta kalma tercihlerini belirlerken sadece ekonomik değil, askeri odaklı düşünmesi gerektiğini göz ardı etmektedir.
 Sonuç
Uluslararası ilişkilerin ana akım teorileri arasından bulunan liberal ve realist düşünce akımlarının uluslararası ilişkilerde hatta tarihte yaşanan olayların incelenmesinde önemli bir rolü olduğu şüphesiz bir gerçektir. Olayların analiz edilmesinde biz uluslararası öğrencilerin zihnini açan ve ufkunu genişleten bu teoriler, 20 yüzyılın başından başlayarak günümüze kadar varlığını sürdürerek önemini bizlere hissettirmektedir. Liberal teori’nin insan doğasına takındığı olumlu tutum ve kolektif hareketi sağlayacak, STK’lara verdiği destek; kurumlar arası bilgi paylaşımı ile devletin işleyişine ve halkın mutluluğunu arttıracağına inanılmaktadır. Bu görüşün aksine Realistler devletin gücüne ve kudretine önem vererek, halkının bekasının güçlü devletin askeri gücü ile alakalı olduğunu savunmaktadır.  Realist teoriden ortaya çıkan Yapısal Realizmin öncülerinden Waltz’a göre Beka saikinin ötesinde, devletlerin amaçlarında sonsuz derece çeşitlilik olabilir ve “beka, devletlerin sahip olabileceği diğer tüm amaçlar için önşarttır” diye vurgular[24].
Liberaller, Realist akımı, kaosu ve devletlerin bireysel güç maksimizasyonu temel alan bir teorik yaklaşımın uluslararası kriz anlarında geleceği öngörme kapasitesinin çok düşük olduğundan bahsederek eleştirirken, Realistler, karşı cenabı gerçek dünyayı anlatamamakta ve pratiğinin ütopik olduğunu savunarak eleştirmektedir.[25] Liberallere getirilen bu ütopyacı eleştirisinin kaynağı ise onların devlet davranışlarının daha barışçıl bir yöne doğru everilebileceğine dair duydukları inançtan kaynaklıdır.[26]
Günümüzde bu teorilerin olaylara anlamaktaki kullanımı ise uluslararası ilişkiler biliminin gelişmeye yatkınlığı ile çok alakalıdır. Sosyal bilimlerdeki net bir doğrunun kabulünün olmaması ve realist, liberal düşünce akımları arasındaki rekabetin yarattığı zenginlik biz uluslararası ilişkiler öğrencilere yaşanan olaylara olan yaklaşımımızda büyük zenginlik katıyor. Ancak dünya siyasetinde yaşanan yeni gelişmelerin iki teori arasında hangisinin en uygun olduğu sorusuna cevap verilmesine zorlaştırdığı görülmektedir. Ancak yaşadığımız gezegende gözlemlenilen ve bazı coğrafyalarda yakından tanık olunan anarşi varlığını sürdürdüğü izlenimi yapılmaktadır. Bu kaosun nedenlerini ve çözümü konusunda realist ve liberal teorinin geliştirilmeye muhtaç olduğu da Uluslararası İlişkiler disiplini açısından bir fırsat ve kazanım aracı olarak değerlendirilmelidir.

Kaynakça

Ramazan Gözen Uluslararası İlişkiler Teorileri, İletişim Yayınları
Carlos L Yordan, “America’s Quest for Global Hegemony: Offensive Realism, the Bush Doctrine and the 2203 Iraq War, A Journal of Social and Political Theory, vol. 53, no. 2, issue 110 (August 2006).
Klevis Kelasi, “Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri” SBF Dergisi, Ankara Üniversitesi
Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace, Fifth Edition, Revised, (New York: Alfred A. Knopf, 1978,
The Diplomatic Observer Magazine, “Israel Is Ready For Dıalogue To Solve Its Problems” October issue
 Platon, “Sokrates’in Savunması”,  Bordo Siyah Yayınevi, Türkçe Çeviri , Cüneyt Çetinkaya
Hüseyincan BAYRAK, Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü I. Sınıf
27 Mayıs 2014
Friedrich August von Hayek, “Liberalizm”,  Liberal Düşünce, Cilt 14, Sayı:55, Yaz 2009, Çeviren Ünsal Çetin
Doç. Dr. Atilla Sandıklı, “Uluslar arası İlişkiler Teorileri ve Barış
Davut ATEŞ, Uluslararası İlişkiler Disiplininin Oluşumu: İdealizm / Realizm Tartışması ve Disiplinin Özerkliği, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 10 (1) 2009, 11-25



[1] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslararası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.132
[2] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslararası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.132
[3] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslararası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.144
[4]   Platon, “Sokrates’in Savunması”,  Türkçe Çeviri , Cüneyt Çetinkaya, sayfa 27
[5] The Diplomatic Observer Magazine, “Israel Is Ready For Dıalogue To Solve Its Problems” October issue page 35
[6]   Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslararası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.147
[7] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslararası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.147
[8] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslararası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.121
[9] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslararası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.122

[10] Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace, Fifth Edition, Revised, (New York: Alfred A. Knopf, 1978, pp. 4-15
[11] Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace, Fifth Edition, Revised, (New York: Alfred A. Knopf, 1978, pp. 4-15
[12] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslar arası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.126
[13] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslar arası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.126
[14] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslar arası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.116
[15] Eyüp Ersoy, “Realizm”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı, s 165
[16] Eyüp Ersoy, “Realizm”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı, s 170
[17] https://nccur.lib.nccu.edu.tw/bitstream/140.119/33686/8/53003108.pdf
[18] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslar arası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.152
[19] Klevis Kelasi, “Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri” SBF Dergisi, Ankara Üniversitesi s.163
[20] Klevis Kelasi, “Soğuk Savaş’ın Barışçıl Olarak Sona Ermesi ve Uluslararası İlişkiler Teorileri” SBF Dergisi, Ankara Üniversitesi s.164
[21] Carlos L Yordan, “America’s Quest for Global Hegemony: Offensive Realism, the Bush Doctrine and the 2203 Iraq War, A Journal of Social and Political Theory, vol. 53, no. 2, issue 110 (August 2006). s.2
[22] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslar arası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.123
[23] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslar arası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.157
[24] Eyüp Ersoy, “Realizm”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı, s 174
[25] Hüseyincan BAYRAK, Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü I. Sınıf
27 Mayıs 2014, s.1
[26] Burak Bilgehan Özpek “Liberalizm ve Uluslar arası İlişkiler”, Uluslararası İlişkiler Teorileri Kitabı s.131

ARAP BAHARI SONRASI SURİYE’DE KAYBOLAN İNSAN HAKLARI

ARAP BAHARI SONRASI SURİYE’DE KAYBOLAN İNSAN HAKLARI  ÖZET  Bu makale de Suriye’de 2011 yılında başlayan ve günümüze kadar azalmadan devam...